top of page
Ara
Yazarın fotoğrafıÖMER SUHA TOPALAK

MUŞ-BİNGÖL-TUNCELİ-ELAZIĞ DOĞU ANADOLU GEZİSİ-5

Güncelleme tarihi: 20 Kas 2023


YÜZEN ADALAR TABİAT PARKI

MUŞ,BİNGÖL,TUNCELİ,ELAZIĞ GEZİ ROTASI

5.Gün 21 Ekim 2022 MUŞ-BİNGÖL-TUNCELİ-ELAZIĞ

Sabah kahvaltıdan sonra yine yollara düştük. Ancak anlaşılacağı üzere kaldığımız şehirleri detaylı bir şekilde gezip göremedik. Bir turda bütün rotayı yapmaya kalkınca maalesef bazı konular eksik kalıyor.

Muş’dan sonra Murat Nehrinin üzerinden geçip Bingöl yönüne döndük. Tarihi Murat köprüsünün yakından geçmişiz ancak bilmediğimizden göremedik. Köprünün 13. yüzyılda Selçuklular döneminde yapıldığı ve 1871 tarihinde Osmanlı döneminde restore edildiği saptanmış. 143 metre uzunluğa sahip olan köprü 5 metre genişliğe ve 12 göze sahipmiş.

Solhan ilçesini geçtikten sonra ana yola 4,5 km mesafede “Yüzen Adalar Tabiat Anıtı” denen yere geldik. 2011 yılında çevrilen Osman Sonant ve Nesrin Cavadzade ‘nin oynadığı “Yangın Var” filminden hatırladığımız yüzen adalara gelmek nasip oldu. Hazarşah Köyü, Aksakal Göl mezrasındaki ada, yörede yaşayan halk tarafından keşfedilmiş. Tamamen doğal yollarla oluşan göl krater gölü, alanı 300m²'nin üzerinde ve derinliğinin 50 metreden fazla olduğu biliniyor. Gölün ortasından bağımsız hareket eden üç ada var. Üstüne binildiği zaman bekçi amcanın uzun sopası ile ittirmesi ile sal gibi her tarafa ağır ağır hareket etmekte. Adanın üzerinde 4-5 tane bodur dış budak ağacı mevcut. Adanın bekçisi dış köprüden içeri girenleri arkadan zincirle kilitliyor ve çıkarken 10 TL ücretini alıyor yoksa çıkartmıyor. Seyahat boyunca sadece burada yağmura yakalandık. Yine çayımızı içip oyunlarımızı oynayıp yola revan olduk.

Bingöl Ilıcalar tabelasını geçip, Bingöl’ün içine girmeden Bingöl Üniversite’si dış kapısını görüp 33 Şehit Anıtına ulaştık. Bu anıt Bingöl ili kırsalında 24 Mayıs 1993 tarihinde Malatya'dan usta birliklerine gitmek için sivil otobüslerle yola çıktıktan sonra Elazığ-Bingöl karayolunda PKK'lı militanlar tarafından durdurulan silahsız Türk askerlerinden 33 kişinin kurşuna dizilerek öldürülmelerini unutturmamak için yapılmış. Ortada dört ayaklı kaidenin üstünde dört sivil kişinin ellerinde tuttukları bayraklarla, arkalarında kuşun kanatları şeklinde açılmış Türk bayrakları olan bir heykel grubu var. Kenarda da 33 adet bayrak dikilmiş direk ve temsili mezar taşları var. Çok üzücü, günahsız insanların boşu boşuna öldürülmesi hangi ideolojinin hareketi olursa olsun lanetlenecek bir durum. Karakocan ve Başyurt’u geçip Kovancılar beldesine gelmeden Tunceli yönüne döndük.

Peri suyu çayın üzerinde kurulmuş olan Tatarköy Barajını gördük. Devam ettiğimizde Munzur Çayı ve Tunceli’ye ulaştık.

Belediye’nin önünde dağıldık. Ben Şeri, Zerrin ve Nurida hemen dolaşmaya başladık. Belediye Başkanı Mehmet Maçoğlu var mı? diye sorduk ancak sanırım adam ilgiden sıkılmış kendini yok dedirtiyormuş. Sanatçılar sokağına gittik ancak ortalık kötü görünüyordu. Oradaki hanımlardan birine sorduğumuzda başkandan memnun olmadıklarını, çalışmadığını öğrendik ve şaşırdık. Sonra yürüyerek Munzur çayı kıyısına indik.

Çayın suyu çok azalmış ortasında kocaman adalar ortaya çıkmış. Üstündeki mavi köprüde fotoğraf çektirdik. Tekrar yukarı çıkıp Seyid Rıza heykelinin olduğu parkın yanındaki çay bahçesinde oturup çay içip tost yedik.

Seyid Rıza konusunda ise yazılanlar şöyle: Ağırlıklı olarak Kürt Alevilerin yaşadığı Dersim bölgesinde Kürt Alevilerin sahip oldukları yerel kültürel ve siyasi özerklik, 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti tarafından devletin egemenliğine yönelik bir tehdit olarak görülmüş. Seyid Rıza, bölgede sadece Hesenan aşiretinin lideri olarak değil aynı zamanda Dersim bölgesinin dini lideri olarak önde gelen figürler arasında yer almaktaymış. 1937-38 yıllarında, bölgedeki direnişi kırmak adına Türk devleti tarafından Dersim bölgesine yönelik iki askeri operasyon gerçekleştirilmiş. Ocak 1937’de, Seyid Rıza, yaşanan silahlı çatışmaları ve kitlesel katliamı sona erdirmek adına operasyona komuta eden General Abdullah Alpdoğan ile görüşmesi için oğlunu aracı olarak yollamış. Buna rağmen Seyid Rıza’nın oğlu öldürülmüş. Yılın sonuna gelindiğinde, devam etmekte olan ölümleri durdurma beklentisiyle, Seyid Rıza, yaşam hakkının korunacağına dair verilen sözler sonrasında Alpdoğan’a teslim olmuş. Hızlı bir şekilde gerçekleşen “yargılamalar” sonrasında, iyi Türkçe bilmeyen Seyid Rıza’nın yüzüne mahkemenin verdiği idam kararı okunduktan hemen sonra, Seyid Rıza Elazığ’da infaz edilmiş. Geçmişimizdeki bu üzücü olayları unutmak çok zor.

Tekrar otobüse binip Ovacık yönüne hareket ettik. Munzur kıyısından giden yolda Venk köprüsü denen yerde durduk. Vank (Venk) Ermenice bir kelime olup, büyük manastır anlamında imiş sanırım hemen yakındaki Hovlor Surp Garabed Manastırı nedeniyle bu köprüye bu isim verilmiş. Ovacık içinden durmadan geçip hemen Munzur gözelerinin ve Ziyaret köyünün olduğu bölgeye geldik.

Sultan Munzur Ocağı - Sırlanma Mekanı denen yerde mum yaktık. Buradaki tabelada şunlar yazıyordu: “Sırlanma Mekanı - Bütün tutkulardan aşırı isteklerden, hırsa bağlı geçici dileklerden, eğilmelerden kurtulmayı, özüne dönmeyi benimseyip ikrar alma (ölmeden önce ölmek) demektir.”

Yine devam edip geçtiğimiz köprünün altında mermer bir tabelada ise “canımda gönlümsün, gözümde yaşımsın; başucumda taşımsın, taşımın üstünde tacımsın; Munzurum, kan verdim, gardaşım oldun; can verdim, candaşım oldun; şahidim sen değil misin Munzurum - Dersim'in kayıp kızı Fecire (Koçer) Buke yazıyordu. Araştırınca Fecire Koçer’in Dersim katliamından kurtulanların anlatıldığı “Dersim’in kayıp Kızları” kitabında bahsi geçen bir kişi olduğunu ve bu şiiri onun yazdığını anladım.

Gözelere daha önce baharda geldiğimde her yerden su fışkırıyordu ama şimdi yaz sonu olunca su yoktu. Geceyi Elazığ’da geçireceğimiz için hava kararınca hemen otobüsle hareket edip akşam yemeği için Hozat’a gittik. Ben dolaşırken rehber Ergin’in Bulut Ev yemekleri isimli restoranda yediğini gördüm bende daha güvenilir olur diye girdim. Köfte yedim ama Ergin para ödetmedi. Yine otobüsle bu sefer Pertek’e girmeden hemen iskeleye inip feribota bindik ve karşıya geçtik. Sonra da Elazığ Grand Aras Otele vardık. Ben yemek yediğimden canım tatlı istedi hemen karşıda ki tatlıcıda baklava yedim otelin yanındaki kahvede de çay içtim. Bu sefer oraya gelen Ergin’e ben ısmarladım. Elazığ’a daha önce geldiğimden ve yorgun olduğumdan hemen yattım.

Hozat ilçesinde üzerimde yazı olan fotoğraflarını çektiğim iki tabela vardı. Burada yazanları üzüntü ile aşağıya aktarıyorum:


1.Tabela

"TARİH ÖNCESi KÖPEKLER" (Burhan SÖNMEZ)

Kız Geceleyin bileklerini keserken, bir şarkı mırıldandı. Her yerde kar var dedi kalbim senin bu gece. İngiltere'nin küçük bir şehrindeydi. Kaçıncı intihar girişimiydi bilinmez, sevgilisi acil servisi aradı, kızı hastaneye yetiştirdiler. Ben tercümanlık yapıyordum. Kız, doktorların sorularına ağır ağır cevap veriyor, kendinden geçmiş halde bazen Zazaca bazen Türkçe konuşuyordu. Ben küçüktüm, diyordu, köyümüz de küçüktü. Bir gece askerler gelip babamı ve annemi götürdüler. Aynı odaya soktular onları, anneme tecavüz edip, babama zorla seyrettirdiler. Ablamla birlikte günlerce bekledik. Gözümüzü ufka diktik, ama her yerde kar yağıyordu. Annem ve babam bir gece yıkık halde çıkıp geldiler. Dünyanın bütün acılarını bir insanın sırtına yüklemek büyük insafsızlıktı. Annem bu yükü taşıyamadı, sırtında çarmıhla yürüyebilen evliya değildi o. Köyümüzün yakınında bir uçurum vardı. Annem kendini oradan attı ve babam bize tek kelime söylemeden o gün çekip gitti. Aklındaki yer her nerede ise, daha oraya varamadan vurdular babamı. Ablam on beş yaşındaydı, geceleri ona sarılarak uyudum, birbirimizden gizli ağladık. Sonra o da gitti. Köylüler bana ablamın geri döneceğini söylediler. Sabır, sahte bir şekerdi o zamanlar, insanı kandırır, ama tat vermezdi. Kaç mevsim geçti? Bir gün ablamın cesedini getirdiler. Dağdakilere katılmış ve aylar sonra köyümüzün yakınındaki bir çatışmada ölmüştü. Köyde zararsız deliler gibi yaşadım. Akrabalarım beni sahiplendiler ve sakın dağa gidip ölme, dediler her gün. Zamanımı, sabah akşam mezarlığı seyrederek geçirdim. Sonra iyiliğim için beni İngiltere'deki teyzemin yanına gönderdiler. Zulmün kılıcına kim kalkan olabilirdi? İngiliz bir sevgilim var şimdi, dilim onun diline tam dönemese de, kalbim onundur. Türkiye'de birbirimizin dilini ne kadar anlıyorsak, burada da o kadar. Bir gün sinemaya gittik, Mel Gibson'ın Cesur Yürek adlı filmini izlerken kahkahalarla güldüm, gözlerimden yaş geldi. Sevgilim bir şey anlamadı. Ben de anlamadım ve ilk kez o gece intihar etmek istedim. Bir kutu ilaç içtim. Benim çocukluğum, haritalardaki kurumuş nehir yataklarına benziyor şimdi. Dikkatli bakarsanız görürsünüz, o haritaların her tarafına kar yağıyor. Takatim tükendi, annem gibi zayıf düştüm. Bu acıyı ve günahı bir çarmıh gibi taşıyamıyorum. Kuzenim, sırtımızda o çarmıhla çıkabileceğimiz tek yer kendi dağlarımızdır, demişti bana. Ben de, yapma, demiştim. Yapma, intihar etmek en güzelidir, her tarafa kar yağarken. Teyzemin yanından geçen yıl kaçtım. Sürekli gülüyor, bana geçmişi unutmamı söylüyordu. Onun ne çocukluğu vardı anlatacak, ne de eski hayatı. Buna rağmen intihara cesaret edemedi. İnsanlar neden çekinir, anlamıyorum. Siz hiç denediniz mi? Başım dönüyor, doktorlar gereğinden fazla ilaç veriyorlar. Sahi, siz benim dilimi nereden biliyorsunuz? Benim de dilim o, dedim, aynı yerden geliyoruz. Elimi tuttu. Akraba mıyız, dedi. Sesi titrek, eli sıcaktı. Belki dedim, belki. İlk defa gülümsedi. Gözlerinden bir ışık geçti. Teyzemi dedi, teyzemi bulursanız, iyi olduğumu söyleyin. Buldum ama teyzesi tarif ettiği evde değildi. Dört ay önce huzurevine alınmış, şimdi odasından çıkmakta bile zorlanıyormuş. Bakıcıların söylediğine göre, sağlığı kötüleşse de sürekli gülüyor ve daha çok konuşuyormuş. Odasına girdim, pencerenin kenarındaki sandalyeye oturdum. Dışarıda kar yağmaya başlarken, gözlerini açtı. Kendimi tanıttım, Esma'nın selamı var, dedim. Yesma nasıl, dedi gülerek, asıl adı bu. İyi olsa kendisi gelirdi dedi. Dersim'den çıkıp buraya ayak bastığı günden beri rahat uyumadı. Geceleri Kâbuslar gördü, çığlıklar attı. Bana sarılmak yerine, sabretmeyi öğrenmesi gerektiğini bilmiyordu. Durmadan bana annesini soruyor, çocukluğumuzu anlatmamı istiyordu. Oysa gülmek veya susmak daha faydalıdır bazen. İnsan hayatı boyunca yaralarını gizleyince, bunu daha iyi anlıyor. Sen ağbime benziyorsun, dedi yaşlı kadın gülümseyerek. Öldüğünden beri ağbimi hiç rüyamda görmedim, dedi. Onun parmakları da böyle ince, uzundu. Adı Vareno'ydu, Kara Vareno. En son gördüğümde, on yaşındaydım. Askerlerin herkesi öldürdüğü haberi duyulunca, köyün ardındaki dağda, mağaralara saklanmıştık. Diğer erkekler nereye gitmişlerdi bilmiyorum, ama ağbimin beyaz atını nişanlısının köyüne doğru sürdüğünü görmüştüm. Ertesi sabah doludizgin, toz bulutları içinde geri döndü. Yalnızdı. Beyaz atıyla dağın yamacına gelerek, yukarı doğru bağırdı. Geriye gidin, en dibe saklanın! Herkes dağılmıştı zaten, yirmi-otuz kadın ve çocuk kalmıştık. Geriye gidip zifiri karanlığa daldık, taş gibi susarak annelerimize sarıldık. Dışarıdan dağın aşağı tarafından silah sesleri duyuldu. Saat nedir bilmezdim o zaman, ama sonsuz kadar sürdü çatışma. Sonra annelerimiz, akşam oldu, diye fısıldadı. Silah sesleri kesildi. Mutlak sessizlik ve mutlak sonsuzluk. Çocuklar her zaman uyuyabilirdi. Bir rüya görürken birden uyandım. Aşağıdan birileri hem Türkçe hem Zazaca bağırıyor, herkesin dışarı çıkmasını söylüyordu. Çıkmadık. Bu sefer annelerimiz bize sarıldı. Askerlerin bizi bulması kolay olmadı, dağın sarp yamacındaki bütün mağaraları tek tek aramaları gerekiyordu. Ertesi gün dışarı çıkınca gözlerimiz güneşten kamaştı. Korku ve susuzluk vardı üzerimizde. Bize hiç benzemeyen askerler silahlarını doğrultmuş, bağırıyorlardı. Sonra içlerinden biri gelip Zazaca konuştu. Bekleyin, dedi, kıpırdamadan bekleyin. Kaçmaya çalışırsanız sizi oradaki eşkiya gibi öldürürüz. Dağın sağ tarafına bakınca ağbimi gördük. Kan içinde toprağa uzanmış, beyaz atı da yanında cansız yatıyordu. Şimdi gülüyorum, ama orada hiç gülmedim. O ceset çürüyecek, dedi asker, at da kurda kuşa yem olacak. Damağımız kurumuş, sıcaktan tenimiz yanıyordu. Sonra güneş battı, her yana karanlık çöktü. Kaçmayalım diye bizi bir mağaraya soktular. Isınmak için ateş yakmamıza izin vermediler. Annem ve diğerleri durmadan ağlıyordu. Ben soğuğu hissetmedim, yavaş yavaş susuzluğum da kesildi. Toprağa gömülmeyen ağbim beni bekliyordu. Mağaranın karanlığında gözyaşlarına ve uykuya sığınan kadınların yanından sessizce ayrıldım. Dışarıda iki asker nöbet tutuyor, diğerleri görünmüyordu. Küçük bedenimle kayaların arasından süzüldüm. Ağbimin yanına vardığımda, kurt yok, kuş yoktu. Yüzündeki kanlara yıldızlar yansıyordu. Tereddüt ettim, fistanımın eteğiyle kanları silsem yıldızlar da gider miydi? Elini tutup, saçlarıma götürdüm, ağbimin saçlarımı okşadığını hissettim. Bütün gün hiç ağlamayan ben orada ağladım, usulca. Yıldızlar alçaldı, uzaklardan gelen bir kuş sürüsü etrafımıza yayıldı. Ağbimin parmaklarına dokundum. Tek tek. Doğrulup kalkmak istedi, dur, diye fısıldadım, dur, üzerini toprakla örteceğim. Yüzü gevşedi, ama dudağındaki keder dağılmadı. Aşağı köyde nişanlısını görememişti demek, bunu anladım. Nişanlısının yerine onun saçlarını ben öptüm. Sonra avuç avuç toprak serptim, küçük ellerimle. Artık rahatça yatabilir, huzura erebilirdi. Kara Vareno'nun ardından beyaz atın üzerini de toprakla örtecektim. Kurda kuşa yem olmayacaklardı. Geceye güveniyordum, sabaha daha çok vardı. Arkamdan ayak sesleri işittim. Yıldızlar birden göğe çekildi, kuşlar uzaklaştı. Dönüp bakınca elinde silahıyla bir asker gördüm. Yanıma yaklaştı, kolumdan tutup ayağa kaldırdı. Söylediklerini anlamadım. Gülmeye başladı, öğrendiği bir kaç kelimeyle Zazaca konuşmaya çalıştı."Ti Antigone ya?" Sen Antigone misin, diye sorduğuna göre beni birisiyle karıştırıyordu. Dilim tutuldu. Antigone'nin Yunan mitolojisinin kahramanlarından olduğunu, ağbisinin cesedini toprağa gömdüğü için cezalandırıldığını o zaman bilmiyordum. Sesimi çıkarmadan askere baktım. Beni çekip atın üstüne yatırdı. Bir köpek gibi soluyarak tecavüz etti. Acıya rağmen bağırmadım, ağbim duymasın diye. Kanım, beyaz atın kanına karıştı. Uygarlık, ölü bir at ve benim on yaşım. Yıldızlar çoktan karanlığa yenilmiş, gökyüzü parçalan iki gün boyunca annemin kucağında yatarken sürekli güldüm. Kadınlarsa, gülmek varken, ağlıyorlardı. Birkaç gün sonra bizi kalabalık bir grupla birlikte trene bindirdiler. Başımıza birkaç asker verdiler, sürgün yoluna çıktık. Geceleyin herkes uykudayken ağrım arttı, karnıma bıçak saplanıyor sandım. Kimseyi uyandırmamaya çalıştım. Sırtımı vagonun kapısına yasladım. Yan tarafta bir oğlan fark edip geldi. Benden bir-iki yaş küçük olmalıydı. Acıya rağmen güldüğümü görünce, sen deli misin, dedi. Yok, ben kadın oldum, dedim, artık kimse almaz. Bacaklarımın arasından sızan kana parmağımla dokundum, gülerek oğlana uzattım. Kani kokladı, korkma ben seni alırım, dedi. Adı Cemal'di. Yıllar sonra şair olduğunu gazetelerden öğrendim. Serin elini alnıma koydu. Sana mektuplar yazarım, dedi, ve büyüğünce gelip seni alırım dedi. Gel, dedim, gelip beni al. Dışarıda köpekler havlıyordu. Cemal, dışarıda köpekler havlıyor, dedi. Kızım doğdu, bana sormadan adını Elida koydular. Yıllar sonra şair Cemal'in soyadından bir y harfini çıkardığını duyunca, bunu gizli bir mektupla bana gönderdiğini anladım. Y harfini alıp kızımın adının başına ekledim, Yelida oldu. Ama kızım beni annesi değil ablası biliyordu. Aile karar vermişti. Bir çocuktan bir çocuk doğmaz, sen ona ancak abla olabilirsin demişlerdi. Ben gülmekle ve yıllar sonra ona bir harf vermekle yetindim. Özel bir bakım merkezinde kalıyordum. Akrabalarım köye dönme kararı aldığında, onlarla dönmek istemedim, asla. İngiltere'de bir ailenin yanına gönderildim. Yola çıkarken, Yelida sordu. Neden bana bu harfi verdin? Ablalık hakkı, dedim ve gözlerimden yaş gelene kadar güldüm. Tarih öncesi köpekler havlıyordu, Cemal'in dediği gibi. Yıllar sonra torunum Yesma yanıma geldi, ama beni teyzesi sanıyor. Gerçek çoğu zaman tek yanlıdır, hayat gibi. Yesma'nın bir gün intihar etmeyi başaracağını biliyordum, belki bunun için memlekete dönüp dağa çıkacak. Orada, gazetelerde ölü sayısı verilen ama adları ve hikâyeleri bilinmeyen dağlılardan biri olarak hayata veda edecek. Kimse ağlamaz onlar için. Kötü olmaktan başka kaderleri yoktur ve lanetlidirler. Bir masal için bu dünyaya gelmiş, ama sırtlarında bir çarmıhla uyanmışlardır. Oysa ne ölmek onların muradı ne de öldürmek saadetleri. Geceleri birbirlerinden habersiz, aynı şarkıyı mırıldanırlar. Her yerde kar var, kalbim senin bu gece. Yaşlı kadın gözlerini kapatarak, şarkının sözlerini mırıldandı. Eski Huzurevinin ölüm kokusu çoğaldı.Pencereden baktım, dışarıda bembeyaz bir dünya vardı. Yaşlı kadının sesi ağır kar taneleri gibi yavaşladı ve yorgun bir halde uykuya daldı. Biraz bekledim. Beyaz saçlarına ve kırışık yüzüne baktım. Çocuk ellerine, bir zamanlar ağbisini seven ellerine dokundum. Usulca battaniyeyi omuzlarına örttüm. Ben odadan çıkarken, kapının sesiyle uyandı. Cemal, dedi. Cemal sen misin, dedi. Bana değil, benim de içinde yer aldığım boşluğa bakarken gülümsedi. Sonra gözlerini tekrar yumarak, tarihin parçalanmış bir sayfasına çekildi.

2.Tabela

SÜT, KAN ve KELİMELERİN KEMİKLERİ (Murathan MUNGAN)

Resmi tarih hegemonyasının, dilinin, söyleminin, red ve inkâr politikalarının, geniş kesimlerin gerçekleri bilme, öğrenme tutkusu, adalet arayışı ve vicdani gereklilikler karşısında gün günden zayıf düştüğü bir dönemden geçiyoruz. Vardığımız toplumsal ve tarihsel dönemeçte bugün toplumun bazı kesimleri artık "tarihimizle yüzleşmek" zorunluluğundan söz ediyor. Geçmişimizle köklü bir hesaplaşmayı, yaşananlara ilişkin sorumlulukları üstlenmeyi önerenler çoğalıyor. Çeşitli dönemlerde yaşanan kanlı olaylar, bu konularda yapılan tartışmalar eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde gündelik yaşamda yer tutmaya, yüksek sesle dillendirilmeye başladı. Anadolu, kanlı sahne. Onca uygarlığın kurulduğu, dağıldığı, el değiştirdiği; onca dilin, dinin, inancın, kültürün yaşadığı, çatıştığı, iç içe geçtiği zorlu bir coğrafya burası. Ve her geçen gün biraz daha öğreniyoruz bu topraklarda her inkârın ardında yakın ya da uzak tarihli bir toplu mezarın yattığını... Toprağa yalnızca ölülerin değil, hakikatlerin, dillerin, kültürlerin, kelimelerin gömüldüğünü... Zaman'la kabaran toprak yalnızca ölüleri, kemikleri değil hakikatleri de geri verir. Zaman'ın rüzgârı estikçe toprağın altına gömülen ne varsa yavaş yavaş çıkmaya başlar ortaya. Bugün birçok araştırmacı, Anadolu toprağında çeşitli dönemlerde işlenen kırımlar, kıyımlar, katliamlar, insanlığa karşı işlenen toplu suçlar konusunda belgeler, kitaplar yayımlıyor. 4 Mayıs 1937 'de başlatılıp 1939'da sona eren ve her ne kadar devlet tarafından adına "Dersim Harekâtı" dense de apaçık bir soykırım olan bu katliama ilişkin son yıllarda sayıları giderek artan biçimde belge, bilgi gün yüzüne çıkmaya başladı. Tarihi kilit altında tutmaya çalışan devlet ve genelkurmay arşivleri hâlâ kapalı, ama o kapalı kapıların ardından dışarıya gerçeklerin bilinme, görülme ihtiyacı sızıyor.Tarih ve araştırma kitapları, belgeler, incelemeler bazı okurların ilgisini çekmeyebilir, kimileri özellikle uzak kalmayı isteyebilir, okunanlar çabuk unutulabilir. Oysa hikâyelerdir akılda kalan. Anlar, durumlar, sözler, sahneler, kişiler kalır. Bu seçkinin bir amacı da tarihi edebiyatla güncellemek... Hayatları ellerinden alınmışlara hayat kazandırmak. Kendisi farkında olsun ya da olmasın bu ülkede herkesin bir Dersim hikâyesi vardır. İlle de içinde olmaları gerekmez. Bazen bir ucunun kendisine değdiğini bile bilmeden yaşayıp gitmişlerdir. Kuşkusuz benim de bir Dersim hikâyem var: Üniversite yıllarımda, Ankara'da, Bahçelievler'de Dersimli bir komşumuzdan dinlemiştim. Hiç unutmam: ılık bir yaz öğleden sonrasıydı. Evde olduğumuz halde birileri duyar korkusuyla fısıltıyla anlatmıştı, Dersim'de yaşanan zulmü, kıyımı. Asıl hikâye kocasınındı: 40 yaşından sonra birdenbire alkolik olmuş, şiddet eğilimleri ortaya çıkmış olan kocası baş komiserdi; gösterdiği şiddetin ölçüsü kabul edilemez olunca Emniyet Teşkilatı tarafından sık sık izne çıkarılmış, psikolojik yardım alması için doktorlara gönderilmişti. Çocukluğunda aile büyüklerinden dinlediği bir hikâye kalmış aklında adamın. Dersim katliamına katılan bir asker akrabaları, çocuğunu emzirirken süngülenmiş bir kadın görüyor. Anne çoktan ölmüş, ama kucağındaki bebe annesinin memesini emmeye devam ediyor. Adam bakmış bebeğin emdiği süte kan karışmaya başlamış, dayanamayıp alıyor bebeyi ölü kadının kucağından. Sahipleniyor, kendi oğlu gibi büyütüyor. Ona anlatılan buydu. Baş komiser 40 yaşına geldiğinde annesi ölüm döşeğindeyken hakikat göğsünde süte kesiyor, tutamayıp kendini, anlatıyor sözü edilen o bebenin aslında bizim baş komiser olduğunu... Hikâyenin geri kalanını, saklanan yanlarını... Uzak akrabaları olan o askerin kaputa saklayıp bebeyi kaçırdığını, buna ilişkin bir sürü ayrıntıyı. Sonra getirip çocukları olmayan bu çifte evlatlık verdiğini. Ölüm döşeğinde helallik istiyor büyüttüğü bebeden. Sözünün sonunda komşumuz, kocasının yıllar sonra dönüp dolaşıp bir Dersimli kadınla evlenmesinde kaderin işaretini bulduğunu söylemişti. Baş komiserin kendisine nasıl davrandığını sorduğumuzdaysa, "Dersimli olduğumu bilir ya, eli bir bana kalkmaz." demişti. Tüylerim ürpererek dinlemiştim gerçek olamayacak kadar gerçek bu hayat hikayesini. Azıcık patlak gözlü, bir ayağı aksayan, dudağının kıyısında hep bir sigarayla gezen o baş komiseri her gördüğümde gözümün önüne emdiği süte kan karışan bir kundak bebesi gelecekti artık... Bu hikâyedeki, o güne dek bize anlatılanlara hiç benzemeyen, bebesini emziren bir kadını göğsünden süngüleyen askerin ve benzerlerinin hikâyesi ise yıllardır açılmayan genelkurmay arşivlerinde duruyor olmalı. Amacı ne olursa olsun edebiyat bir yanıyla çok kişiseldir. Elinizdeki seçki varlığını benim o zaman dinlediğim bu ürpertici hikâyeye borçludur bir bakıma. Hep günün birinde yazmayı düşlemiştim; yıllar sonra böyle bir seçki yapmak düşüncesiyle tomurcuklandı. Sonradan öğrendim: o Dersimli komşumuz da, baş komiser kocası da ölmüşler. Hikâyeleri, emanetleri bende kalmasın istedim. Bilirsiniz: İnsandan daha uzun yaşar kemikleri. Dillerini ne kadar toprağa gömerseniz gömün, kelimelerin kemiklerini örtecek toprak yoktur. Gün gelir, yazılar, söylenirler.

ÇİFTE SULTANLAR (Seray ŞAHİNER)

Yan yana dizildiler. Bebekten ihtiyara pek çok kadın. Toz zerreleri dallı güllü giysilerine konup çiçeklerini soldurmuştu. Birazdan yükselecek seslerin altını çizmek istercesine, çıt çıkarmıyorlardı. Karşıya bakıyorlardı. Elleri sahipsiz gibi iki yana sarkmış olsa da duruşları dikti. Başlarını hafifçe aşağı yukarı sallıyorlardı. Hazırlanıyorlardı. Asker onları ikişerli ayırarak ellerini arkadan bir diğerininkine bağlayıp oturttu. Başlarındaki asker, makinenin yanında durana hazır olduklarını bildirir gibi yavaşça gözlerini kapatıp açtı. Karşılarında duranın eli düğmeye uzandı. Bu sessiz hazırlık, birkaç dakika sürmüştü. İşareti alan düğmeye bastıktan sonra başlayacak sesler bir süre devam edecek, sonra ortalığa yine derin bir sessizlik hakim olacaktı. Kısa süreliğine, sesler kesildiğinde onlar hâlâ aynı yerde olacaktı. Dizildikleri yerden bir adım ilerlememiş olarak. Karşılarındaki düğmeye bastı, sessizlik bozuldu... Mermi sesleri... Sakineler korkuyla köylülerinin ölümünü izliyordu. Askere görünmeden buradan uzaklaşmaları lazımdı. Irmağın kenarına varmışlardı. Üç kız bir ana. Babası daha önce öldürmüş, amcası asker tarafından alınmıştı. Kimsenin ölülerine ağlamaya hakkı yoktu. Askerler onları her an bulabilirdi. Sakine'nin kardeşi ağlamaya başladı! Annesi susması için fısıltıyla yalvardı bebeğine. Susmadı. Memesini çıkarıp bebeğin ağzına dayadı, bebek itti memeyi; tekrar dayadı sussun diye Ali'yi, Allah'ı çağırdı. Gelmediler. Annesi, Sakine ve Fatma'ya uzaklaşmalarını söyledi. İki bacı ilerlerken Sakine dönüp baktı, annesi bebeği suya bastırıyordu. Sustu. Askerler görünmüştü. Annesi başka yöne kaçtı. Asker yetişti, süngüyü taktı. Annesi, sustu. Başka kadınlar, bebekler de sustu.


7 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page